19 juni, 2015

BUGÜN EN ACILI GÜNÜM: EN YAKIN DOSTUM VEFAT ETTİ



Komşular, güzel köylülerim dostlar,
yakınlarım, güzel akrabalarım,
kardeş, bacı, yigenlerim...

Acım büyük. Hiç kimseye tahammülüm yok bugün. Kalpteki darlık, kafamdaki ağrılar depremler yaratıyor ruhumda. Yaradanın aşkına, beni yapayalnız bırakın bugün. Bırakın da, eski günler ve hayalerim içinde, gözyaşı deryasında boğulayım. O günü hatırlıyayım: O gün, büyük sülalelimizin evini üstüne getiren, talandan
, candan bezdiren ezzeli düşmanımızı aniden avladığı, kaplanlar gibi üzerine atılıp, yok ettiği o an, halen hatırımda. O'nu öldürmekle kalmadı, parçaladı, ciğerini çiğ çiğ yedi. O gün dostlarım, o'nun ne kadar yakın dostumuz ve korkusuz olduğunu anladım.

Bundan dolayı üzgünüm. Kimse aramasın bugün, telefonum kapalı. Kimseyi eve kabul edemiyoruz bugün. 'Fayz bük' duvarıma başsağlığı mesajı yazmasın kimse. İstemiyorum. Rahat bırakın beni. Kalbim derinden yaralı.

Biliyorum. Hakkınız var. Ölüm, güzel Tanrımın emri. Ancak o'nun, topraklara düşüp, ölecek zamanı değildi. Bana ağır geliyor, altından kalkamıyorum, bu vakitsiz ölümün. O sarımsı, boy posuna yakışan bıyıklar, delikanlı yürüyüşü, kara topraklara düşüp, ölümü haketmiyor.
Bugünlerde kutsal aylara giriyoruz dostlar. Ölüme karşı isyan etmek, ilahi gücün emrine karşı gelme gibi gibidir. Bir günah on, bir hayır bine bedeldir. Güzel Rabbim gücenmesin bana, ama yakın dostumun değeri çok büyük idi. O'nun ölümü ve ardından bıraktığı boşluk doldurulamıyor.
Baba annemden daha çok severdim o'nu. O'nun vefatının verdiği keder, nenenimkini geride bıraktı. ''Mavişim''in acısı tüm acılar üstünde. Sen koru ya Rabbim, böylesi ölümü hiç kimseye, düşmanlarıma dahi verme, tattırma.

O, sapına kadar delikanlı, korkusuz idi. Biraz da çapkın. Yaşıtı olan mahalledeki karşıt cinsler o'na Leyla, o da, onların Mecnunu idi. Ama böylesi çapkınlık, arkadaşıma helal olsun. Yakışıyordu çapkınlık, o'na. O, cinsindeki Leylaları mutlu etmek etmek için yaratılmiş ise, Tanrım sırtına kuvvet ve bereket verdiyse, neden kıskanalım ki?

Evet dostlar, kimse, ama hiç kimse taziyeye gelmesin bugün. Başınız sağolsun, demesin. Keder deryasında boğuldum, o kazayı görünce. Araba altında kalan dostumu hastaneye kaldırınca. Orada can verdi. Baba annemin bile, o'nun ölümü kadar ko'madı.

Malesef kaybettim o'nu bugün. Güzel 'Mavişim'i, kedimi kaybettim bugün. Unutamıyorum.

Büyük sülale evindeki yüzlerce fare ve sıçanın katili idi o. Ardından kaç tane öksüz kedi yavrusu kaldı, sayısız dul Leylalar bıraktı, Tanrım bilir. Terlemiş sarımsı bıyıklım gitti, artık geri gelmez.

Allahını seven, ardından kötü laf etmesin. Günaha çok girdiği, zinakar olduğu doğru. Ama, benim hatırım için, sizlerden dostane ricam, 'Salako' işi bir fatihayı ruhuna okumanızdır. Cızira Bohtan'ın değerli din alimi, Deyrul Zafarandaki 'ebune'mize Allah için çağrımdır: 'Mele, heyra qurban' ve 'Keşeyo qurbano' sizden ricamdır, 'Mavişim' için dua edin. Belki Tanrım, rahmet eder de gunahı af olur.

Sormayın komşular üzgünüm bugün. Dertlerimin dermanı Lokman Hekim de. Bu yara iflah etmez, 'Mavişim'le buluşturur beni...


12 november, 2013

Bir Kürt ile bir Süryani'nin ahiretsel bir soruna katkısı



Turabdin çok kültürel bir bölge. Ermeniler, Süryaniler, Ezdi Kürtler ve sonradan yerleşen Kurdistanlı Yahudiler buranın yerleşik kültürlerinden. Sosyal, siyasal ve inançsal anlamda yaratılan halk güldürüleri, inanç ve kültüre olan saygın yaklaşıma, toleransı da ekmiştir. İşte bu bölgede yaratılan güzel güldürülerden birisini paylaşmak istiyorum.

Süryani ve Kürtlerin birlikte yaşadığı şirin bir köyde, Yasino ve Josef adında, birisi Kürt ve diğeri Süryani olan iki kişi, küçüklüğünden beri arkadaşlarmış.Her ikisinin inançlara saygısı sonsuzmuş. Ancak köyün ileri gelenlerinden (hali vakti yerinde) Xelefo (Halef) ile, inanç konusunda az bilip, bu konuda çok konuştuğu ve kendini geliştirmediği için, onunla pek iyi geçinemiyorlarmış. İşin kötü tarafı Xelefo, Yasino'nun üvey babasıymış.

Bir gün Yasino ile Josef, dinde söz sahibi olanların köyde olmadığı bir günde, planları gereği, köy meydanında önemli bir konuyu tartışmaya başlamışlar. Tartışmalarının gerilimi yüksek sese taşırılınca, köylülerin dikkatini çekmiş ve herkes her iki dostun kavga edecebileceğine inanmaya başlamış. Köylüler etraflarında toplanmış ve onları dinlemeye başlamışlar.

Yasino:
Şu Hristiyanları anlamaya imkan yok! Bu kadar yalan söylemenize şaşıyorum. Sizler Hz. İsa efendimizin, vafatı sonrasında gökyüzüne çıktığını söylüyorsunuz. Hz. Mesih (İsa) efendimiz nasıl ve hangi merdivenle gökyüzüne çıkar, anlamanın imkanı yok!?
Josef: Sizler de
Hz. Muhammed'in, Miraç'ta gökyüzüne, yüce Allah'ın huzuruna çıktığını söylüyorsunuz. Büyük bir ihtimal ile Hz İsa, Hz. Muhammed'in Miraç'ta gökyüzüne çıktığı merdivenle, çıkmıştır.

Köylüler şaşkın şaşkın her ikisi arasında süren tartışmaya, tavır göstermeden dinlemekle yetindiler. Böylesi
zor ve yeni bir konuda fazla söylecekleri bir şeyleri yokmuş. Bu konuda bilgi sahibi köyün ileri gelenlerinden, Yasino ve Josef'in sevdiği (!) Xelef efendiyi çağırıp, sormuşlar.

Köylüler:
Apê Xelef, sen ne diyorsun buna?

Apê Xelef: (İsteksiz olsa da bir şeyler söylemek zorunda bırakılmış)
Gökyüzüne çıktıkları doğru. Ancak, okuduğum kitaplarda bunların hangi aletle gökyüzüne çıktıkları konusunu bugün okuyacaktım ki... (konuşmasını bitirmeden Yasino'ya döner ve sinirli bir şekilde) şu anda bildiğim tek şey, her gece annene binmek için (cinsel ilişki kurmak için) çıktığım merdivenle gökyüzüne çıkmadıkları kesin, diyerek sinirli ve 'estexfurallah, tobe ya rabbi tobe' sözleriyle oradan ayrılır.


09 september, 2013

OSURUKA KURBAN OLAN AŞKIN HİKAYESİ

Uzun kış gecelerinde, tv, kompitür, tiyatro ve sinemanın olmadığı zamanlarda, bu türden araçların çok az kişilerin ihtiyaçlarına cevap verdiği ve toplu sohbetlere cevap vermediği anlarda, Turabdin'de halkın yardımına 'çîrokbêj' (halk masalı anlatıcıları), 'henekvan' (nükteli ve vurgulu hikayeleri seçen anlatıcılar), 'qeşmerler' (palyaço ve soytarıları andıran, daha çok mirliklerin sohbet odalarında bulunan ve onlarla sefere çıkan, kaba şakalarıyla tanınan ve tiyatrosal anlamda sanat gücü olan komedyenler), 'dengbêj'ler (Kürt halk hikayelerini ve Turabdinde bulunan değişik kültürlerin tarihinde vuku bulmuş bazı olayları, şarkılarda yaşatıp günümüze getiren ses ve söz sanatçıları) yetişirdi.
Bunlar, güneş batıktan sonra misafir oldukları evlere halk akın eder, sohbetler gece yarısına, bazen de sabaha dek kadar devam ederdi. Zaman zaman toplanılan evlerde halk iki gruba ayrılır, geleneksel, taktiksel ve zihni geliştiren oyunlar oynanırdı.

Mıhemed
ê Şıvan mükemmel bir anlatıcı idi. Onu, 'henekvan' kategorisinde değerlendirmek mümkün. Kendisi, çok sevilen, saygı duyulan bir kişilikti. Sonradan taşındığı Nusaybin'de, değişik yerlerde yapılan 'şevbêrk'lere (toplu gece sohbeti) renk katıyordu.

Mıhemedê Şıvan sadece anlatıcı değildi. Mimik, el-kol ve vucut hareketleriyle anlatımına tiyatrosal bir rol, renk katıyordu. Sohbetlerinde, birden çok rolü oynayan, seçtiği hikayelerinde başından geçmiş olayları anlatan, tek kişilik bir oyuncu, anlatımıyla büyüleyici bir olay kahramanı oluyordu.



'O zaman köyde idi evimiz. Fakat ben sürekli olarak Nusaybin'e gidip geliyordum. Amcamın kızı Ayşe ile yeni nişanlanmıştık. 

Nişanlım güzeldi. O'nu seviyordum. Nişanlımın beni daha çok sevmesi için, Nusaybin'de sattığım samanla, o'na küçük ayna ve genç kızların başörtülerine taktığı incili boncuklar, bazende şekerlemeler alıyordum.

Nişan döneminde, damadın, kız babası tarafına çalışkanlığını ıspatlaması önemliydi. Bende, her akşam kayınım olacak amcamın evine yemekten sonra gidiyor, gelen misafirlerini karşılıyordum. Misafirlerin önüne çerez koyuyor, çaylarını gezdiriyor, boşalan bardaklara servis yapıyordum. Bazen tarlada amcama yardımcı oluyordum. Köylüler ve gelen misafirler, yaptığım servis için amcama teşekür ediyordu. Amcam da, beni, yani yeni damadından bahsediyordu.

O güne kadar herşey çok iyi gidiyordu. O lanetli osuruk olmasaydı, Ayşe ile mutlu bir gelecek kuracaktık. O kontrolu mümkün olmayan osuruk, yuvamızı yıkmakla kalmadı, köyle ilgili kurduğum tüm hayalerimi de yerlebir etti.

O gün akşam üzeri eve geldiğimde annem çok lüks olan kuru fasulye pişirmişti. Önce birkaç baş soğan kırdım. Üç tepsi fasulye ve iki tandır ekmeğiyle açlığımı biraz olsun gidermiştim.

Amcam, birgün önceden, köy odasının evinde toplanacağı ve orada birlikte 'gustîlk/hungilîsk' (yüzük oyunu) oynanacağını belirtmişti. Yemekten sonra amcamın evine doğru yola çıktım. Amcamlarda, kelepaçe yemeği yapılmıştı. Kelepaçeye de bayılırım. Yemeğe fazladan bolca sarımsak doğradım. İki tepsi bitirdim. Üçüncüsü tepsiye vakit kalmadan misafirler damlaya başlamıştı.

Gelen misafirleri büyük odaya alıyordum. Amcam ortada oturuyor. Ben bir yandan çayları servis ediyor, diğer yandan da misafirlerin önlerine çerez tepsileri koyuyordum. Ev killerinde, her bir tepsi çerez dolduruşta, ağzıma da bir avuç atıyordum. Fasulye, kelepaçe ve sonradan gelen çerez, mideme beton gibi oturmuştu. Midemdeki guruldular ve yemeğin yaratığı gaz, sıkıntı vermeye başlamıştı.


Bölgesel geleneğimiz vardı. Toplum önünde osurmak ayıptı. Hele hele genç ve nişanlı bir erkeğin, kadınların ve nişanlısının yanında osurması kabahat sayılırdı. Osuruk, sesli olduğunda, saklamanın mümkünatı yoktu, sahibini tespit etmek kolaydı. Sesiz olduğunda, saklanmanın ve kendini gizlemenin imkanı olsa da, bu sevinç, yaydığı kokudan dolayı kısa sürerdi. Ben bunu biliyor, bu yüzden arasıra dışarıya çıkıp, küçük ve sesiz osuruklarla rahatlamaya çalışıyordum. Ve böylelikle skandal yaratabilecek olayı engeliyordum.

Amcamın evine gelen misafirlerin sayısı giderek artıyordu. Ben, saygı icabı her gelen kişiye yerimi veriyordum. En sonunda, gelenlerin sayısı o kadar çoğaldı ki, kapı önündeki ayakabılar üzerinde yer yapıp oturmak zorunda kaldım. Fakat son gelek kişiye, o yerimi de vermek zorunda kalınca, bana odada oturacak yer kalmadı. Göz gezdirdim. Yer yok. Çaresiz, kapı önünde, abdest almak için kulanılan, son yüzyıldan kalma metalden yapılmış ibrik üzerinde oturdum.

Yüzük oyunu başlamıştı. Yüzük, odada toplanan iki grub arasında oynanan bir oyun (her grup 10-15 kişiden oluşur). Her grubun bir başkanı vardır.
1. grubun başkanı, elindeki yüzüğü, kendi grup oyuncuları arasında gezdirir. Ancak yüzük gizlice bir kişiye verilir.
2. grubun başkanı, kendi grubundaki oyuculara danışarak, yüzüğün 1. grup içinde hangi oyuncunun elinde saklı olduğunu ortaya çıkartmak için harekete geçer. İnsanların yüz hareketlerine bakılır. Psikoljisi ölçülüp tartışılır. 1. grubtan oyuncuları teker teker pasif etme süretiyle, sona kalan kişileri psikolojik baskı altına alarak, yaratılan gerilimle ortaya çıkarıp bahsi kazanırlar.

Yüzük oyunu için taraflar iki gruba ayrılmıştı. Bende dengeli oturmak için kıçımın ortasını, ibriğin ortasındaki su doldurmaya yarayan, büyük ve koca deliğinin ortasına gelecek şekilde yerleştirip, oturdum.

Yüzük gezdirilme hakkını elde eden gruba düşmüştüm. Grubumuzun başkanı, yüzüğü elime vermişti. İlk defa yüzük elime verildiğinden, heyecanım artmıştı. Rakip tarafın, elime verilmiş yüzüğü bulma çabası ve sorular yöneltmeleri, bu heyecanı daha da artırıyordu. Gerilim fazlalaştıkça karnımdaki gazın guruldusu da artıyordu. Ancak oyunun heyecanından olacakki midemdeki rahatsızlığı unutuvermiştim.

Rakip grubun başkanı yüzüme derin derin bakmaya başladı. Grubuna döndü ve konuştu:
- Bence yüzük, Mihemedê Şivan'ın elinde saklı. Ne diyorsunuz?
- Bizce elinde bir bok yok. Boş. Pasif edelim onu, dedi aynı gruptan bazı kişiler.

Rakip grubun başkanın benim üzerindeki bakışları derinleştikçe, tartışma benim üzerimde yoğunlaştıkça, ibriğin orta ve büyük deliğinden içeriye çökmek ve kaybolmak istiyordum adeta. Birden bire, aniden rakip grubun başkanı ayağa kalkarak bana yöneldi ve bağırdı:
- Yüzük sende, ver yüzüğü!

Dünya üzerime yıkılmıştı sanki. Heyecandan kalbim hızla çarpıyor, yenileceğim ve grubumun yenilmesine sebep olacağım, nişanlıma ve kaynıma karşı rezil olacağım korkusu bedenimi sarmıştı. Artık, vucudumu korkular sardığından, kendimi kontrol edemiyordum. Birden bire, oturduğum ibriğin ortasındaki deliği hedef alan, kıçımdan kaçırdığım bir osurukla uyandım. Osuruğu, amcamında bulunduğu köylülerin yanında, kıçımdan kaçırmıştım. Karşı tarafta oturan nişanlım bile duymuştu. Mubarek osuruk, ibrik içinde yaptığı eko ile ses bombası gibi patlamıştı. Osuruk sesinden irkilip uyandım, kabahatimi anlayıp, utancımdan dışarıya kaçmıştım. Yüz metre uzaklıkta bulunan evin avlu kapısına vardığımda dahi, okusuruk patlamasının ibrikte yaratığı ekonun sesini halen duyabiliyordum.

Olay sonrası, ibrik ibrik olmaktan çıkmış, deforme olmuştu. İbrik, mubarek vazifesini yapamıyordu. Olay üzerinden bir ay geçmesine ve ibrik, su ve sabunla yıkanmasına, osurulan orta deliğinden, mis ve amber kokularının sürülmesiyle dahi iyleştirilmemişti. İçerisine sinen osuruk kokusu malesef gidirilemiyordu.


Eve geldiğimde babam tarafından yatıştırılmaya çalışıldım:
- Bir şey olmaz oğlum. Bir osuruk meselesini o kadar büyütüp olay haline getirmene lüzüm yok. Büyüyünce unutursun. Birkaç gün sonra herşey normale döner.
- Hiç olmaz baba! Hem sonradan bana 'osurukçu ve utanmaz' diyecek bir kızla evlenemem. Osurukun aybı ile nasıl bakarım nişanlımın yüzüne. Nişanlım bana 'osurkçu' der, çocuklarım ise 'osuranın çocukları' diye hitap edilir, adlanırlar sonradan. Bu evlilik artık hiç olmaz. Üstelik, bu olaydan sonra bu köyde de kalamam.
- Yavrum, akıllı ol biraz. Nereye taşınacağız bu kışta, kıyamette!? Yükümüz ağır. Nusaybin'e taşınsak dahi, şehirde ne iş yapacağız!?

Babamın nasihatleri boştu. O gece, nişanıma haber salarak aramızdaki herşeyin bittiğinin haberini ilettim. Elbiselerimi bir çuvala koyarak Nusaybin'in yolunu tuttum.

Aradan 20 sene geçmişti. Hiç köye gitmemiştim. Ben başkasıyla evlenmiştim. Nişanlımın da evlendiğini ve bir çocuğu olduğunu duymuştum. Çocuğu 8-9 yaşlarında olmalıydı. Eski nişanlımın babası, yani amcam vefat etmişti. Onun yaşıtlarının çoğu ölmüştü.
Doğup, gençliğimi geçirdiğim köyümü özlüyordum. O topraklara bir daha gitme ve hasret gidermek arzusuyla yanıyordum. Şimdi köye gitmenin tam zamandıydı, dedim kendi kendime. Amcam da dahil, köyün çoğu yaşlı kişileri Allahın rahmetine kavuşmuştu. Osuruk olayı unutulmuştu, diye düşünüp, ertesi gün yola koyuldum.

Köyün girişinde bulunan çeşmenin etrafında her zaman olduğu gibi kadınlar su dolduruyor, karşı tarafta da toplanan birkaçı, dedikodu ile bazılarını çekiştiriyorlardı. Yanlarında yaklaşıp, amcamın kızı olan Ayşe'nin evini sordum. Köşede duran çocuğun, oğlu olduğunu söylediler. Çocuk, evlerini göstermek için önde yürümeye başladı. Yolda, sohbet etmeye baladık.
- Sen annemin amcasının oğlu mu oluyorsun?
- Evet, amca çocuklarıyız. Yakın akraba.
- Adın ne senin amca?
- Adım Mehmed, zamanında Mihemedê Şivan derlerdi bana.
- Mehmed.
Mihemedê Şivan! Tanıdım. Sen osuran amcamız olmalısın. Amcacığım, rica ediyorum senden, bana da osuruk olayını anlatır mısın?
- (Sinirden kendimi kaybetmiş olarak cevap vermiştim) Eğer o pis kıçımdan kaçırdığım osuruk sebep olmasaydı, şimdi sen bu aletimden çıkan sudan döllenmiş olacaktın!


Orada, osuruk olayının unutulmadığını anladım ve Ayşeyi görmeden, eve, Nusaybin'e geri dönmeye karar verdim. Su çeşmesinin bulunduğu yere doğru gelip, kahırdan kuruyan boğazımı ıslatmak, su içimek için yakınlaştım. Biraz ötede, bir konuyu tartışan orta yaşlı iki kadın, bir çocuğun doğum tarihini kesinleştirmeye çalışmaktaydılar:

- Senin oğlun 20 yaşından biraz daha küçük. İyi hatırlıyorum, Mihemedê Şivan'ın osurduğu o gün hamileliğin son günleri idi.
- Tamam da,
Mihemedê Şivan bu köyden ayrılalı tam 20 yıl oldu. Bu hesapla, onun osurduğu gün ile bugün arasında tam 20 yıl geçmiş olduğundan, oğlumun 20 yaşında olması gerekir.

Çeşme başında bu sohbetlerini duyunca dayanamadım ve kadınlara bağırmaya başladım:
- Yahu sizlerde utanma da mı yok? Takvim varken, saat varken, ne diye başkasının osuruğunu takvim yerine kullanıyor sunuz?
- Vala osuran utansın. Biz sadece kolay ve hatırlanan olayı esas alıp hesap yapıyoruz. Ne diye takvime masraf yapalım. Saat hesabına düşelim.

Sırtımı köyüme verip yola koyuldum. O gün bugündür bir daha köyüme geri dönmedim...'